• 沒有找到結果。

Oyunun son dakikalarında, galip olan takım tarafından oyalama amacıyla topu uzun paslarla rakip kale

İkilemeler Dizini

doldurboşalt 1. Oyunun son dakikalarında, galip olan takım tarafından oyalama amacıyla topu uzun paslarla rakip kale

önüne gönderme. 2. Nöbet sonrası namluda merminin kalıp kalmadığını denetlemek için verilen komut. (TS)

086. don+ gömlek+

don gömlek zf., teklifsiz konuşmada Üzerinde sadece iç çamaşır var denilecek kadar soyunmuş durumda: “Beş numaranın önünde don gömlek, beş altı kişilik bir toplantı vardı.” -Y.

Atılgan. (GTS) “Bir anda sinirlerim ayağı kalktı. Atmaca gibi saldırıp adamı don gömlek dışarı atmamak için kendimi zor tuttum...” -Mustafa Balel. (TİS, s. 224)

087. dost+ düşman+

dost düşman 1. zm. Herkes. (TS, s.562) “İmzanın arkasına saklanan adam, dost düşman her kim olursa olsun maksat hasıl olmuştu.” -H. R. Gürpınar. (GTS) Herkes. ör. Bunu dost düşman görsün istedim. (AP, s. 490)

2. Sevilen, arkadaş, yaren ile birinin kötülüğünü isteyen kimseler, hasımlar. (TİS, s. 224) 3. Toplumsal çevre. (TİS, s. 224)

dosta düşmana karşı 1. Ele güne karşı. 2. Dostlara üzüntü vermemek, düşmanları da sevindirmemek için. (GTS)

“Kadının umurunda değildi kocasının dosta düşmana karşı,

memleketin en lüks kahvesinde nargile tokurdatması.”

-Orhan Kemal. (TİS, s. 224) 088. döğüş- barış-

döğüş barış Bir kavga edip bir barışarak: “Gelin kaynana onların işi ölene kadar böyle döğüş barış gider.” G.K.D.

Lüleburgaz. (TİS, s. 225)

döğüşmek barışmak Kavga etmek ve uzlaşmak, anlaşmak:

“Döğüşmek barışmak yiğitliğin şanındandır diyerek küsleri bayramda barıştırdık.” G.K.D. Balıkesir. (TİS, s.

225)

089. duy- duyma-

duyduk duymadık (dememek) Herkesin duyması gereken, sonradan bahane bulunmaması gereken şey: “Duyduk duymadık demeyin, sultanımızın buyruğudur.” -Yaşar Kemal. (TİS, s. 231)

090. düş- çık-

düşe çıka 1. Bir şeyi çok kez yaşayarak. 2. Hata yapa yapa, yapmama yollarını öğrenerek: “Bunlara düşe çıka, hepsinden korunmayı öğrendim.” (Mehmet Barlas, Sabah Gazetesi, 10 Şubat 2004) (TİS, s. 234)

091. düş+ gerçek+

düş gerçek Hayal, rüya, kafada tasarlanan ve henüz eyleme geçirilmemiş olan ile var olan, yadsınamayan: “Son günlerde kafam öyle karışık ki düş gerçek birbirine karıştı ne yapacağımı bilemiyorum.” G.K.D. Lüleburgaz. (TİS, s.

234)

092. düş- kalk- / düşme- kalkma-

düşe kalka zf. 1. Güçlükle: “Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları bazen sel yarıntıları içinde kayboluyor, bazen karanlık çukurlara sapıyordu.” -Ö. Seyfettin. (TS, s. 589)

“Perdede iki adam yumrukla, tekmeyle, düşe kalka dövüşüyordu.” -Y. Atılgan. (GTS) be. Binbir güçlükle, çok güçlük çekerek. ör. İşi düşe kalka yürütüyoruz. (AP, s. 515) Güçlükle, zorluklar, sıkıntılar yaşayarak: “Arkadan önden arabalar vak vuk edip duruyorlardı. Düşe kalka dış kapıya ulaştılar.” -Fakir Baykurt. (TİS, s. 234) 2. Biriyle yakın ilişki kurarak: “Evveli böyle değildi. Esnafla düşe kalka hinoğluhinleşti.” -H. Taner. (TS, s. 589) “Çoktandır, ipsiz sapsızlarla düşe kalka onların dilini kapmışım.” -N. F.

Kısakürek. (GTS) Biriyle yakın ilişki kurarak, sürekli birlikte olarak. ör. Onunla düşe kalka huy değiştirdin. (AP, s. 515) Biriyle yakın ilişki kurarak. (TİS, s. 234)

düşmek kalkmak Yere devrilmek, yıkılmak ve tekrar ayağa kalkmak, doğrulmak: “...Poyraz Musa da her kuş parladığında alıyor yatırıyor, düşüyor kalkıyor, elindeki fener yerde yuvarlanıyor, yumuşak otlara düştüğünden olacak camı kırılmıyor...” -Yaşar Kemal. (TİS, s. 234) düşmez kalkmaz Düşmez kalkmaz bir Allah. (atasözü)

(biriyle) düşüp kalkmak 1. Erkek kadınla veya kadın erkekle yasa ve töre dışı ilişki kurmak: “Beni tanımadan önce de beni tanıdıktan sonra da başka erkeklerle düşüp kalktı.”

-N. Cumalı. (TS, s. 591) (GTS) 2. Biriyle çok yakın arkadaşlık etmek: “Onu bu hâle sokan düşüp kalktığı

arkadaşlarıdır.” -Y. K. Karaosmanoğlu. (TS, s. 591) (GTS) 1. Töreye uymayacak biçimde yakın ilişki kurmak. ör.

Kötü kadınlarla düşüp kalkmaya başlamışsın. (AP, s. 515) 2. Biriyle çok yakın arkadaşlık etmek, dost olarak bir arada bulunmak. ör. İyilerle düşüp kalkmak gerekir. (AP, s.

515) 3. Yere düşmek ve hemen ayağa kalkmak: “Çocuk arkada kayalıklarda düşüp kalkarak, ötekinin arkasından ne yapıp eylemişti de ulaşmıştı.” -Yaşar Kemal. (TİS, s.

235)

093. düzenli+ düzensiz+

düzenli düzensiz Karışık bir biçimde, belli bir düzen olmadan:

“Ben eşyalarımın böyle düzenli düzensiz ortalıkta durmasından hiç hoşlanmıyorum.” G.K.D. Balıkesir. (TİS, s. 235) (VH, s. 96)

- E -

094. eğil- doğrul-

eğilip doğrulmak Eğilme, çökme sonra ayağa kalkma tekrar eğilme davranışlarını ardı ardına yapmak: “Adım atmak güçleşiyor giderek, eğilip doğrulmak, herhangi bir kelimeyi düşünüp söylemek, hatta en ufak bir sesi işitmek ya da...” -Hasan Ali Toptaş. (TİS, s. 241)

095. eğri+ doğru+

eğri doğru 1. Yanlış gerçek veya iyi kötü. 2. İyi kötü: “Ayrıca o tarz bilgiler vermeye başladığınız zaman herkesin sizin hakkınızda eğri doğru bir fikri olmaya başlıyor ve bu da yanında sanki müdahale etme hakkını da getiriyor.” (Aslı Çakır, Milliyet Gazetesi, 5 Şubat 2006) (TİS, s. 242) (VH, s. 96)

eğrisiyle doğrusuyla zf. Her şeyiyle. (GTS) Doğru ya da yanlış her yönüyle. (AP, s. 529)

096. eksik+ artık+

eksik artık 1. zf. Biraz eksik veya fazla olarak. (TS, s. 613) zf.

Elde ne varsa. (GTS) Eksik fazla, tam mı değil mi belli değil. (TİS, s. 245) 2. Zarar verici, haddini aşar biçimde:

“... Papadopulos da eksik artık laflar etmiş ve KKTC’nin varlığına gölge düşürecek seviyesiz açıklamalarda bulunmuştur.” (Osman Güvenir, Halkın Sesi Gazetesi, 25 Ekim 2004) (TİS, s. 245)

097. eksik+ fazla+

eksik fazla Tamam mı yoksa değil mi net bir biçimde bilinmeyen: “Çiller’in yasalarda yapılmasını öngördüğü teklifler tartışılabilir... Kimileri bu önerileri ‘eksik fazla’

bulabilir...” (Şakir Süter, Akşam Gazetesi, 6 Ağustos 2002) (TİS, s. 245) (VH, s. 96)

098. eksik+ ziyade+

eksik ziyade Aşağı yukarı, ortalama: “Bu beyefendinin düşüncelerine, çıkarımlarına katılırız katılmayız, ‘eğri doğru, eksik ziyade’ deriz o ayrı.” (Savaş Ay, Sabah Gazetesi, 17 Nisan 2004) (TİS, s. 246) (VH, s. 96)

099. el+ ayak+

el ayak 1. Kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan bölümü ile bacakların yere basan bölümü ile yürümeyi ve iş yapmayı sağlayan organlar: “İlk karşılaşma, ilk heyecan, onu görünce kalbiniz çok fazla çarpmayla, eliniz ayağınız birbirine mi dolanmaya başlıyor.” -Cahide Günay. 2.

Yardımcı. (TİS, s. 247)

el ayak (veya el etek) çekilmek Ortalıkta hiç kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek: “Ben, el ayak çekildikten sonra, odanın kapısını sürmeleyip kitaplarımla baş başa kalmak saatini beklerdim.” -Y. K. Karaosmanoğlu.

(TS, s. 616) “Yollar ıssızdı, el ayak çekilmişti, sokaklarda yolu şaşırdım.” -Halisarnas Balıkçısı. (GTS) Herkes evine ya da bir yere çekilip ortalıkta hiç kimse kalmamak. ör.

Gece, sokaklardan el ayak çekilince tek başıma yürümeyi severim. (AP, s. 535) (TİS, s. 247)

elden ayaktan düşmek (veya kesilmek) Yaşlılık sebebiyle veya sağlığı büsbütün bozularak çalışamaz duruma gelmek:

“Ve gün battığı zaman artık Gülbahar'ın hâli kalmamış, elden ayaktan kesilmişti.” (TS s. 617) (GTS) Yaşlanmak, yaşlılık yüzünden ya da sağlığının tümüyle bozulması nedeniyle çalışacak, yürüyecek gücü kalmamak. ör. İnsan elden ayaktan düşeceği günleri de düşünmeli. (AP, s. 537) (TİS, s. 248)

(birinin) eli ayağı (Onun) her işine yarayan, yardımcısı. ör. Bu çocuk anasının eli ayağı, anası tarlaya bile götürür onu.

(AP, s. 538)

(birinin) eli ayağı (olmak) Yardımcısı (olmak), her işine yarar (olmak). (TS, s. 617) (GTS)

eli ayağı (veya eli kolu) bağlı Çaresiz, istediğini yapamayacak bir durumda olan. (TS, s. 617) (AP, s. 538)

eli kolu (eli ayağı) bağlı kalmak (veya olmak) Bir engel dolayısıyla hiçbir iş yapamaz duruma gelmek:

“Diplomatlarımıza, büyükelçilik ve temsilcilik binalarımıza, tankerlerimize yapılan saldırılara karşı elimiz kolumuz bağlı duruyoruz.” -T. Halman. (GTS) eli ayağı boşanmak ha. Coşku ya da korku duyumsamak. (AP,

s. 538)

eli ayağı buz kesilmek (veya tutmamak) Güçsüz, dermansız kalmak: “Bu hâli biraz yapmacık da olsa şimdi ben de

şaşırmış, elim ayağım buz kesilmişti.” -O. C. Kaygılı. (TS, s. 617) (GTS) 1. Çok üşümek. 2. mec. ansızın aldığı bir haberle üzülerek iş yapamayacak bir durgunluk içine girmek. 3. ha. Korku, coşku gibi bir nedenle kendini cansız, güçten düşmüş duyumsamak. (AP, s. 538)

eli ayağı dolaşmak Şaşırmak, telaşlanmak: “Hastasını muayene ederken başında bulundular mı, hele söz söylediler mi eli ayağı dolaşır, ya kalbi bulamaz ya nabzı şaşırır.” (TS, s.

617-618) (GTS) Duygusal bir nedenle ne yapacağını şaşrarak düzensiz, karışık iş yapmak. (AP, s. 538)

eli ayağı düzgün sf. 1. Bedence kusursuz olan, sakat olmayan (kimse). (TS, s. 627) “Söyledikleri aklıma yattı, eli ayağı düzgün, iyi bir Türk kızı bulup evlenebilir, geç de olsa çoluk çocuğa karışabilirdim.” -A. Ümit. (GTS) Bedence bir sakatlığı, kusuru olmayan (kimse). (AP, s. 538) 2. mec.

İffetli, namuslu (kimse). (TS, s. 627) (GTS)

eli ayağı gevşemek Sıcak nedeniyle ya da korkudan, hareket etme gücü kalmamak. (AP, s. 538)

eli ayağı titremek Korku, sinir vb. sebeplerle heyecanlanmak.

(TS, s. 618) (GTS) Sinirden ya da korkudan titremeye tutulmak, çok sinirlenmek ya da çok korkmak. (AP, s. 538) eli ayağı tutmak (veya tutmamak) Beden gücü yerinde

olmak (veya olmamak): “Eli ayağı tutanlar, hiçbir haksızlığa razı olmamalıydı.” -Ö. Seyfettin. (TS, s. 618) (GTS) İş yapacak beden gücü bulunmak. (AP, s. 538)

eli ayağı tutmamak Beden gücü kalmamak. ör. Eli ayağı tutmayan bir babası var, ona bıkıyor. (AP, s. 538)

eline ayağına çabuk sf. Hamarat, titiz, çalışkan (kimse). (TS, s.

627) (GTS)

eline ayağına kapanmak (veya sarılmak veya düşmek) Birine çok yalvarmak. (TS, s. 619) (GTS) (AP, s. 539)

eline ayağına üşenmemek Her türlü ayak hizmetlerini yüksünmeden yapmak. (TS, s. 619) (GTS) (AP, s. 539) (bir yerden) elini ayağını kesmek (veya çekmek) 1. Uğramaz

olmak. 2. Uğraşmamak, ilgilenmemek: “Ben artık öyle şeylerden elimi ayağımı çektim.” O. C. Kaygılı. (TS, s.

619) (GTS) (AP, s. 540) 3. Bir şeyle ya da bir kimseyle ilgisini kesmek: “Odasına kapandı, aylarca dünyadan elini eteğini çekti.” -R. H. Karay. (GTS)

elini ayağını öpeyim “Çok yalvarırım” anlamında kullanılan bir söz. (TS, s. 619) (GTS) (AP, s. 540)

100. el+ pençe+

el pençe el pençe divan. (GTS)

el pençe divan Aşırı saygı göstererek: “Dayımı el pençe divan karşılar, ne yiyip ne içeceğini sormazdı, çünkü bilirdi.” -A.

Boysan. (GTS)

el pençe divan durmak Saygı gösterilen kimse karşısında el kavuşturup ayakta durmak: “Doğruldu, el pençe divan durdu, başını önüne eğdi.” -P. Safa. (TS, s. 616) Bir büyük ya da saygı gösterilen bir kimse karşısında ellerini göğsü üzerinde kavuşturarak ayakta, buyruk bekler biçimde

durmak. (AP, s. 536)

el pençe durmak El pençe divan durmak: “Araba yürürken karşımda divan durur gibi el pençe duruyor.” -O. C.

Kaygılı. (TS, s. 616)

101. eninde sonunda zf. Önünde sonunda: “Kalıcı olan, iyi niyetli insanların yaşadığı sevgi dolu dünyasıdır eninde sonunda.” -N. Cumalı. (TS, s. 638) (GTS) Şimdi ya da daha sonra da olsa, er ya da geç, ne zaman olsa, kaçınılmaz olarak, kesinlikle. ör. Bu işten eninde sonunda başın ağrıyacak. (AP, s. 549) En sonunda, bitimde, sonuç olarak:

“Her cambaz eninde sonunda ayaklarını toprağa basacaktır.” -İlhan Selçuk. (TİS, s. 255)

102. enli+ ensiz+

enli ensiz Genişlik bakımından uygun olan ile olmayan. Geniş ile dar özellikte olanlar: “Biz, enli ensiz, bütün kumaş parçalarını kullanabiliriz.” G.K.D. Çanakkale. (TİS, s.

256) 103. er+ avrat+

eri avradı Kadın erkek bütün insanlar, herkes: “Köyün büyüğü, küçüğü, eri avradı gördü durumu.” -Fakir Baykurt. (TİS, s.

257) 104. er+ dişi+

er dişi sf. 1. biy. Hem erkek hem dişi gametleri bulunan (birey), erselik, hünsa. 2. bot. Çiçekliğinde hem erkek hem dişi çiçeği bulunan (bitki).(TS, s. 642)

erdişi (GTS) (AP, s. 554)

105. er+ geç+

er geç zf. Erken veya geç, her ne vakit olsa, sonunda, önünde sonunda: “Ortada şimdiden kırılmış dökülmüş şey yok.

Er geç nasıl olsa aralarını bulurum.” -R. N. Güntekin. (TS, s. 643) “Kelini sırma saçlara değişmeyen fakat saçı er geç bitecek olan Keloğlan.” -A. N. Asya. (GTS) Ne zaman olursa, erken ya da geç, ne zaman olsa, eninde sonunda. ör.

Bu iş, er geç başa gelecekti. (AP, s. 554) (TİS, s. 257) erinde gecinde Erken ya da geç, önünde sonunda, sonunda

kesinlikle: “Yarın Sovyetler Çinle barışırsa ne olacak.

Benim kanım şu ki, erinde gecinde barışacaklar.” -Yaşar Kemal. (TİS, s. 258) (VH, s. 97)

106. erkek+ dişi+

erkeği dişisi 1. İnsan, hayvan ve bitkilerin dişiyi dölleyecek cinsten olanı ile dölleneni. 2. Erkek veya kadın: “Akıllısı delisi, erkeği dişisi hele varsılı, varsılları!” -Fakir Baykurt.

(TİS, s. 258) 107. erkek+ kadın+

erkek kadın İnsanın dişisi ve erkeğinden herkes: “Milli filmlerin çoğunda, erkek kadın bütün kahramanlar hayatlarının bir döneminde şarkıcılık yapıyorlardı.”

-Orhan Pamuk. (TİS, s. 259) 108. erkekli+ dişili+

erkekli dişili 1. sf. İki cinsi bir arada bulunan. (TS, s. 646) Her iki cinsin de içinde bulunduğu, kadınlı erkekli. 2.

Topluca: “Seniha gibi, Cemil gibi erkekli dişili binlerce,

yüz binlerce mevcuttan müteşekkil bir şeydi.” -Yakup Kadri Karaosmanoğlu. (TİS, s. 259)

109. erkekli+ kadınlı+

erkekli kadınlı sf. 1. Kadın erkek hep bir arada: Erkekli kadınlı düğün. (TS, s. 646) (GTS) “Erkekli kadınlı aileler Boğaziçi’nin serinliğini devşirirler.” -Salah Birsel. (TİS, s.

259) 2. zf. Kadın erkek hep bir arada olarak. (GTS) 110. eski+ yeni+

eski yeni 1. Kullanılmamış, oluşumunun üzerinden fazla zaman geçmemiş, yeni ile çoktan beri var ve kullanılır olan, eski.

2. Çağdaş ya da gelenekten gelen, eski: “Modernleşme süreci özünde, ‘eski yeni’ kavramları etrafında kümelenmiş bir dizi kültürel sembolün çatışmasıdır.”

-Ekrem Işın. (TİS, s. 261) 111. evli+ bekâr+

evli bekâr Evlenmiş veya evlenmemiş olanların hepsi: “...evli bekâr tanımaksızın önüne gelen iyi okumuş, lisan bilen, yakışıklı, paralı ve zeki herkese fırsat verip ötesinden berisinden kalıcı bir ilişki oturtmaya çalışıyordu.” -Hakan Karahan. (TİS, s. 268)

- F -

112. fayda+ zarar+

fayda zarar 1. Yarar, kazanç ya da çıkar kaybı, ziyan, kötü sonuç. 2. Yarar ve zararın yan yana olduğu durum: “Bu tür bir fayda zarar maliyeti yapanların böyle bir yerde oturmaya zorunlu kılınmasını insan arzu ediyor.” (Ahmet İnsel, Radikal Gazetesi, 26 Kasım 2006) (TİS, s. 276)

- G -

113. gece+ gündüz+

gece gündüz zf. 1. Her zaman, ara vermeden, aralıksız, geceli gündüzlü. (TS, s. 734) “Senelerdir gece gündüz elektrik yüklü deneyler yapa yapa sinir küpüne döndüğüne inanırdı içten içe.” -E. Şafak. (GTS) Ara vermeksizin, aralıksız, her zaman , sürekli olarak, geceli gündüzlü. (AP, s. 625)

2. Gece gündüz ayırt etmeden; günün yirmi dört saatinde.

(TİS, s. 286)

gece gündüz dememek 1. Vaktin uygun olup olmadığına bakmamak, vakit seçmemek. 2. Bir işi sürekli olarak, ara vermeksizin yapmak: “Gece gündüz demez ha bire okurlardı. Sonra başlarlardı yazmaya.” -A. Ümit. (GTS) 114. geceli+ gündüzlü+

geceli gündüzlü zf. Hem gece hem gündüz, sürekli, aralıksız, durmaksızın. (TS, s. 735) “Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs başından ayrılmayan demirciyi göreyim, dedim, bir gün.” -N. F. Kısakürek. (GTS) “Ara vermeksizin, aralıksız, hem gece hem gündüz”

anlamındaki geceli gündüzlü deyiminde geçer. (AP, s. 626) (TİS, s. 286)

115. gel- geç-

gelen geçen sf. Gelen giden. (TS, s. 741) (GTS) Gelip geçen kimseler. ör. Balkona oturup gelen geçeni seyretti. (AP, s.

631) Bir yere uğrayıp oradan geçen kişi veya kişiler:

“Neşeli Özbekler... Ticaretle uğraştıklarını söyleyen Özbek grup, gelen geçen Orta Asyalılara neşe içinde laf atıyor.” (Hakan Çelenk, Radikal Gazetesi, 10 Ocak 2006) (TİS, s. 287)

gelip geçen 1. Hedefe, varacağı yere giderken belli yerlere uğrayan, belli noktalardan geçen. 2. Bazı yerlerden gelip geçenler, uğrayanlar: “Ne romatizma, ne damar sertliği, ne kalp, ne şeker, ne gastrit, ne ülser, ne de arada kapkaranlık gelip geçen kanser şüphesi.” -Orhan Kemal. (TİS, s.

288-289)

gelip geçici is. Sürekli olmayan, kısa süreli şey. (TS, s. 743) (GTS) Kalıcı olmayan, kısa süre için, sürekli olmayan. (AP, s. 634) Belli bir süre sonra bitip sona erecek: “Tansiyon hastalığı gelip geçici bir hastalık değildir.” (Vatan Gazetesi, 7 Şubat 2004, s. 6) (TİS, s. 289)

gelip geçici olmak Kısa süreli, önemsiz olmak: “Bu ilişkinin nasıl olsa gelip geçici olduğunu biliyormuş gibi aldırışsızdır.” -İ. Aral. (TS)

gelip geçmek 1. Bir yerden geçmek. 2. mec. Bir süre bir makam, bir yer vb.nde bulunmak. 3. Kısa bir süre etkin olmak:

“Kızcağız bilir ki bu sözler kızgınlık sözleridir, gelir geçer.” -M. Ş. Esendal. (TS, s. 744) (GTS) 1. Bir yerden gelerek bir yere geçmek. ör. Koşucular önümüzden gelip geçti. 2. mec. Bir süre için bir yöntem yerinde, bir işte vb.

bulunmak. ör. Bu kurumdan niceleri gelip geçmiştir. (AP, s.

634) (TİS, s. 289)

gelir geçer Geçici, sürekli olmayan: “İsrail’in bu istemi, Halutz’un ‘Askerlerimiz kar yüzü görsün. Hakkâri ve Bolu’da arada bir eğitim yapalım’ sözleriyle bir ölçüde basına sızdı, ama olayın altında gelir geçer askeri eğitim değil, daha köklü istemler yatıyor.” (Mustafa Balbay, Cumhuriyet Gazetesi, 27 Aralık 2005) (TİS, s. 289)

gelmek geçmek İçinde bulunulan zamanın akıp gitmesi tükenmesi: “Esen yel azıttıkça azıttı, gece yarıyı geldi geçti, yüzbaşının ışığı daha yanıyordu.” -Yaşar Kemal.

(TİS, s. 290)

gelmiş geçmiş sf. 1. Bugüne kadar gelmiş olan: “Toprakları üzerinde gelmiş geçmiş eski uygarlıkların insancıl kalıtını özümlemişti.” -N. Cumalı. (TS, s. 744) (GTS) 2. Çok eskilerden bugüne, bugünden çok eskilere değin olan süre.

ör. Gelmiş geçmiş bunca zaman içinde, biz neler görmedik ki! 3. Şimdiye değin gelen. ör. Gelmiş geçmiş kim var, onun gibi usta? (AP, s. 634) “Şu gelmiş geçmiş dünya sanatına bakın, hep kalanlar büyük yürekler, insan soyunu aşağılatanlara karşı koyan yürekler.” -Yaşar Kemal. (TİS. s.

290) 4. Atalar, soy sop: “Ben senin o it Taşbaş sülaleyin gelmişini geçmişini, her bir bokunu bilirim.” -Yaşar Kemal. (TİS. s. 290)

116. gel- git-

gele gide Bir yere çok sık bir biçimde gidip gelerek: “Emin, gele gide eşikleri aşındırıyordu.” -Fakir Baykurt. (TİS, s.

287)

gelen giden sf. Gelenler, uğrayanlar, ziyaret edenler, gelip geçenler, gelen geçen. (TS, s. 742) (GTS) Ziyarette bulunanlar, uğrayanlar ya da gelen geçen kimseler. ör.

Bugün gelen giden çoktu. (AP, s. 631) Bir yerden gelip başka bir yere uğrayan kimse/kimseler. Gelip uğrayan, konukluk edenler: “Üsküdar’dan Zeynep’e gelen giden yoktu.” -Halide Edip Adıvar. (TİS, s. 287-288) (GTS)

gel git Akıl sağlığı yerinde olmayan; zaman zaman dengesizleşen: “Rufat ağa, iyice kocamış, aklı biraz gel git olmuş ama, tüm avanak değil...” -Kemal Tahir. (TİS, s.

287)

gelgit 1. Boşuna gidip gelme. 2. Ay ve Güneş’in yer yuvarlığı üzerindeki çekim güçleri sebebiyle deniz yüzünde, özellikle ana denizlerde su düzeyinin alçalması, kabarması olayı, medcezir. (TS)

gel zaman git zaman “Aradan oldukça uzun bir zaman geçtikten sonra” anlamında kullanılan bir söz: “Gel zaman git zaman bu kadının bir kızı olmuş.” -E. Şafak. (TS) (TİS, s. 287) (VH, s. 98)

gelip gitmek Bir yere gelme gitme ve bu eylemin kısa aralıklarla sürekli yapılması: “...şu lanet herif bir gelip gitse de, biz de kurtulsak!” -Yaşar Kemal. (TİS, s. 289) gelir gider 1. Üretimdeki girdi çıktı maliyetleri. 2. Akli dengesi

yerinde olmayan; davranış ve konuşmaları çelişen:

“Birinci kâr zarar hesabı tablosu veya başka bir ad ile gelir gider tablosu. Bu bir akım göstergesidir.” (Deniz Gökçe, Akşam Gazetesi, 29 Ekim 2002) (TİS, s. 289)

117. gelin+ güvey+

gelin güvey Evlenen erkek ile kız: “Duvarlarda baş başa gelin güvey resimleri ve gemi şeklinde yazılmış bir [Âmentü] levhası asılıydı.” -Sabahattin Ali. (TİS, s. 288) (VH, s. 98)

gelin güvey (olmak) Bir işin tüm aşamalarını dikkate almadan kendi kendine onu olmuş kabul edip sevinmek ya da üzülmek: “Biz burada kendi kendimize gelin güvey oluyor, mal saklıyor mal çıkarıyoruz. Bir de aylardır Adil’i bekliyoruz. Adil gelmez.” -Yaşar Kemal. (TİS, s. 288) (kendi kendine) gelin güveyi olmak İlgilinin nasıl

karşılayacağını düşünmeden bir işi olmuş bitmiş sayarak sevinmek. (TS, s. 742)

118. genç+ ihtiyar+

genç ihtiyar Yaşlı, genç, orta yaşlı herkes: “Köyün hepsi, kadın erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar, hepsi yola düşüp böylecene kasabaya kaymakama gideceklerdi.” -Yaşar Kemal. (TİS, s. 290) (VH, s. 98)

119. genç+ yaşlı+

genç yaşlı Yaşlı, genç, orta yaşlı herkes: “İsmail Ağa, arkadaşları, bütün köylüler, kız kadın, genç yaşlı, ta çocukluklarından bu yana bu küçük göllerde alabalık avlamasını biliyorlardı.” -Yaşar Kemal. (TİS, s. 290) 120. gerekli+ gereksiz+

gerekli gereksiz zf. 1. Yersiz, zamansız. (TS, s. 751) zf. Yersiz bir biçimde. (GTS) 2. Yapılması, söylenmesi, olması veya

bulunması uygun olan, yerinde olan ya da olmayan: “Her şeyi yazıyordum gerekli gereksiz, ilgili ilgisiz.” -Tarık Akan. (TİS, s. 291) 3. Boş; ilgisiz. (TİS, s. 291)

121. getir- götür-

getir götür 1. Bir nesneyi birilerine veya bir yerlere götürüp getirmek; 2. Ayak işleri: “Öbür ustaların yanında bir iki yıl boğaz tokluğuna getir götür işlerinde çalıştı.” -Aziz Nesin.

(TİS, s. 292)

getirip götürmek Yanında gezdirmek, dolaştırmak: “Çarşı esnafının anlattığına göre, herifi arabasından indirmeyen, kahvelere, irili ufaklı meyhane, ya da otellere, bankalara getirip götüren oydu.” -Orhan Kemal. (TİS, s. 292)

122. gidiş+ dönüş+

gidiş dönüş is. Gitme ve gelme (veya dönme): Otobüs biletimi gidiş dönüş aldım. (TS, s. 762) is. Gitme ve geri gelme.

(GTS) Bir yere gitme ve gidişle bağlantılı olarak oradan geri dönme: “Uçak biletimi de almış gidiş dönüş, otelde rezervasyonumu da yaptırmıştım.” -Özden Bora. (TİS, s.

298)

gidiş geliş (ya da dönüş) Gitme ve gelme (ya da dönme) olarak.

ör. Bileti gidiş geliş alırsan indirim var. (AP, s. 650) 123. gidiş+ geliş+

gidiş geliş is. 1. Trafik, seyrüsefer. (TS, s. 762) (GTS)

gidiş geliş (ya da dönüş) 2. Gitme ve gelme (ya da dönme) olarak. ör. Bileti gidiş geliş alırsan indirim var. (AP, s. 650)

3. Kararsızlık içinde kalma, ikilem yaşama: “Birçok insan bu gidiş gelişleri yaşamıştır.” -İnci Aral. (TİS, s. 298) 124. gidişli+ gelişli+

gidişli gelişli 1. Gidiş ve gelişleri çok olan. 2. Gitme ve gelme eylemlerinin yinelenmesiyle oldukça uzun olacak bir süreç:

“Mekikler gibi gidip geleceklerdi üstünden. Gidişli gelişli bir yol olacaktı.” -Fakir Baykurt. (TİS, s. 298)

125. gir- çık-

gir çık Bir yere girip çok kısa süre sonra da çıkma eylemini sürekli olarak yineleme: “...bıktım yoruldum artık gir çık o pastaneden bu pastaneye yeter artık.” -Sevim Burak. (TİS, s. 298)

girdi çıktı 1. Yakın ilişki, yakın bağlantı, senli benli ilişki. 2.

Bilinmeyen karışık yönler, ayrıntılar. (AP, s. 650) 3. Bir üretimde yararlanılan para veya mal ile üretim sonucu ortaya çıkan ürün. 4. Hesap: “Milli geliri hesabı girdi çıktı tablolarına göre belirleniyor.” (Güneş Gazetesi, 24 Nisan 2004, s. 5) (TİS, s. 299)

girdisi çıktısı is. 1. Bilinmeyen karışık yönler, ayrıntılar: “Tatlı konuşma yeteneğinin arkasında bütün girdisi çıktısı ile çok iyi bildiği ve kullandığı İstanbul Türkçesi vardı.” -H.

Taner. (TS, s. 762) “Kişiliklerinin tüm girdisi çıktısı, inişi çıkışı, özü özeti orada toplanır.” -E. Şafak. (GTS) “Sen bu kasabanın girdisini çıktısını her vatandaştan daha iyi bilirsin.” -Yaşar Kemal. “Birkaç günde bütün köyün girdisini çıktısını, elli yıllık yaşamını en ince ayrıntısına